19 Haziran 2010 Cumartesi

Babamıza İthafen...

''Baba oluyorsun'' cümlesiyle yeni bir sorumluluk daha eklendi sorumluluklarının üzerine..

Hem hamilelik sürecinde, hem doğumdan sonra her türlü desteği verdin bana, hep yanımda oldun.. Olmaya çalıştın elinden geldiğinin fazlasınca..

Doktorumuzun ''kız olacak'' dediği gün yüzündeki tebessüm.. Sonraki görüntülerde ‘’aynı babası, babasının kızı’’ deyimlerini sıkça duyuşun..

13 Mayıs 2009 Çarşamba günü, aylardır beklediğimiz minik prensesimizi şaşkınlık, huzur ve mutlulukla kucakladık.. Ben anne oldum, sen baba.. Hep derdim sana ''çok iyi bir baba olacaksın'' diye.. Oldun da :)

Nice’miz çok yormadı bizi.. Ne günlerce sabahladık, ne gaz sancısı bildik.. Yine de zorluklar yaşadık elbette..

Hiç yalnız bırakmadın beni, bizi.. Gerektiğinde benden bile sahiplenici, sakinleştirici, ilgili ve bilgili oldun.. İyi bir baba oldun..

Bu senin ikinci babalar günün.. İlk seferinde Nice henüz minicikti, çok anı biriktirmemiştiniz baba-kız..

Şimdi aradan koca bir yıl geçti.. Dönüp baktığımızda ''ne çabuk geçti'' diyoruz ama geçerken zor geldiğini unutuyoruz zaman zaman..

Nice’nin 3 aylıkken kaç kilo olduğunu hatırlamaya çalışıyoruz bazen..

Bebekken insanların saçlarının kısalığı nedeniyle erkek sanmalarına hak veriyoruz..

İlk ne zaman oturttuğumuzu konuşuyoruz..

Bodrum’a giderken uçağa binmekten ne kadar hoşlandığından söz ediyoruz..

Uludağ’da hep birlikte uyuyup, Nice’nin seni sabaha kadar tekmelemesine gülüyoruz..

Çok duygusal bir çocuk olduğundan bahsediyoruz..



Zaman geçiyor.. Geçtikçe bize konuşacak daha çok anı bırakıyor..

Babasının kızı büyüyor.. Gün geçtikçe babasına daha çok benzeyerek büyüyor..

O henüz konuşamıyor ama gülüşüyle, bakışıyla, dokunuşuyla söylüyor seni sevdiğini..

Seni Seviyoruz..

Babalar Günün Kutlu Olsun.. :)

18 Haziran 2010 Cuma

Ben Anne Olmasaydım Eğer...



Topuksuz ayakkabılarla da şık olunabileceğini bilmeyecektim. Hamileliğim esnasında 70'li kilolara kadar çıkıp kendi çapımda ilk defa bir alanda rekorumu kıramayacaktım. O küçücük ellerle renkli kartonlardan yapılmış bir kağıt parçasının bu kadar değerli olabileceğini öğrenemeyecektim.

Kan yapsın diye dana dili haşlayıp üzerine yumurta kırıp ağzının tadına da uysun diye çikolatalı pudingle karıştırmak gibi yaratıcılığın sınırlarını zorlayan tarifler
keşfedemeyecektim hiç. Su almak için elimde kumanda ile buzdolabını açtığımda kumandayı buzdolabına koyacak kadar ya da evden çıkarken telsiz telefonu çantama atacak kadar kendimden geçmeyecektim.

Birinin canı yandığında ötekinin bu acıyı hissedebilmesinin sadece ikiz kardeşlerde olduğunu sanacaktım. Sabahın köründe gözü kapalı mutfağa kadar gidip, süt ısıtıp yine gözü kapalı dönme yeteneğini kazanamayacaktım. Üzümün çekirdeklerini tek tek çıkarmak için insanüstü bir uğraşa asla girmeyecektim. Bir insanın gaz çıkarması beni bu kadar mutlu edemeyecekti. Büyüdüğünde arkadaşlarınla birlikte partilerde “Süper Anne” olarak eğlenmeyi hayal edemeyecektim.

Babanla belki daha az kavga edecek ama sevginin evlat denilen başka bir boyutuna giremeyecektik. Sevginin böylesine karşılıksız olanını hiç tadamayacaktım. Telaşsız sevişmenin hayalini kuramayacaktım. Annemi bu kadar çok sevdiğimi anlamayacaktım. Annesinden zorla ayırdılar diye “Uçan Fil Jumbo!” çizgi filminde böğürerek ağlamayacaktım. Geceleri kesintisiz uyuyacak, hafta sonunda sabahları istediğim saatte kalkacaktım ama uyandığımda yanağıma konmuş minik ellerin sıcaklığı ısıtmayacaktı yüreğimi.

Çantamda sürekli bisküvi, ıslak mendil, bir adet oyuncak, düşer bir yerin kanar diye ayıcıklı yara bandı taşımayacaktım. Acıyı geçiren öpücüğün gücüne inanmayacaktım. 38,5 derece ateş beni de yakıp kavurmayacaktı. Yağmur sonrası çamurlu sularda zıplamanın keyfine varamayacak, sen bir lokma daha fazla yiyesin diye kalabalığın ortasında kafamda peçete dansı yapmayacaktım. Sen olmasaydın eğer yaşamın karmaşıklığını unutup tekrar basit yaşamayı öğrenemeyecektim. Sen olmasaydın eğer ben asla “anne” olmayacaktım. Bir çocuk doğduğu anda, bir anne doğarmış... Bu lafın doğruluğuna inanmayacaktım!

Anonim


15 Haziran 2010 Salı

Alaçatı

2-5 Haziran 2010

Bir günde karar verdik kısa bir tatile gitmeye.. Hep hayranı olup, orada olmaktan hiç sıkılmayacağımız Ölüdeniz’e mi, yoksa daha önce görme fırsatımızın olmadığı Alaçatı’ya mı gitsek onu düşündük bir süre..

Bursa’ya uğradık önce.. Nice’yi bıraktık..

Susurluk’ta çiğ börek yiyip, ayran içerken karar verdik kalacağımız hotele.. Bursa’ya çok uzak olmaması ve daha önce görmememiz sebebiyle Alaçatı’da karar kıldık..

Kuzenim Deniz’in de yardımıyla Solto Hotel’de rezervasyonumuz yapıldı.. İyi ki cebimizde fotoğraf makinamız ve internetimiz var :)



Yol boyunca aklım hep Nice’deydi.. İlk ayrılışımdı kızımdan.. Emin ellerdeydi biliyordum ama yine de merak ediyordum; ‘’acaba uyanmış mıdır?, yemeğini aksilik etmeden yemiş midir?, bizim yokluğumuzu fark etmiş midir?’’ gibi anlamlı-anlamsız onlarca soru geçiyordu aklımdan.. Aramamak için engelliyordum kendimi.. Ama sağlıklı düşününce hem O’nun için hem de bizim çok gerekliydi böyle bir tatil ve tam da zamanında gerçekleştirdik bunu..

Akşam 8 gibi ulaştık Alaçatı’ya.. Şehrin girişinde şöyle bir heykel karşıladı bizi.

Hotele giderken renginden midir bilmem ilk gözüme çarpan ev bu oldu..

Hotele vardığımızda doğru bir seçim yaptığımızı daha iyi anladık..

Solto Hotel Liman Mevkii’nde.. Zeytin ağaçları gölgesinde, denize sıfır, Alaçatı merkeze 3 km, Çeşme’ye 9 km, havaalanına ise 90 km mesafede.. Odalar taş ev mimarisine uygun yapılmış.. Yemekler ‘’herşey dahil’’ mantığında değil hiç, gayet az ve öz, butik hotel tarzında da denebilir.. Ben özellikle sabah kahvaltılarına bayıldım.. Dalından yeni kopmuş çeşit çeşit zeytin, birbirinden lezzetli reçeller..

Perşembe gününün büyük bir kısmını havuzun kenarında kitap-dergi okuyarak, tweet atarak geçirdik. Denize giremedik zira çok soğuktu, havuz ile idare ettik..

Akşamüzeri hem yemek yemek hem de merak ettiğimiz Alaçatı sokaklarında dolaşmak için şehre gittik.

Yel değirmenleri karşıladı bizi..

Burası sanırım akşam manzara izlenerek demlenilen bir ortam.. Yerdeki içki şişesi kapakları bana bunu anlattı :)

İlk durak tavsiye üzerine gittiğimiz Avrasya Ev Yemekleri oldu.. Daha önce başka bir yerde hizmet veren lokanta şimdilerde yeni yerinde.. Çeşit açısından zengin bir menü ve güler yüzlü insanlar karşıladı bizi.. Yemeklerin tadına baktığınızda ise ''iyi ki gelmişiz’’ dedik ..

Alaçatı, son bir kaç yıldır bambaşka bir kimliğe bürünmüş öğrendiklerimize göre.. Yeni nesil girişimciler, hepsi yıkık-dökük, yıllarca bakımsız kalmış evleri alıp yeniden restore ederek; keyif alarak kalınacak, yemek yenilecek, içki içilebilecek muhteşem mekanlar çıkarmışlar ortaya..

Taş evler öyle ihtişamlı, öyle estetik, öyle yaşanılası görünüyor ki; hepsinin resmini çekmek istiyorum profesyonel olmayan fotoğraf makinem ve cep telefonum ile..

Taş evler ve güzel mekanlar arasındaki gezintimizden sonra İmren Tatlı ve Helva Evi’nde soluklandık.. Gürkan sakızlı muhallebi, bense sakız tatlısı yedim. ''İkisinin arasında ne fark var acaba'' diye biz de orduk tabii.. Servis yapan genç kız Ege şivesiyle sakız tatlısında sakız tadı biraz daha yoğun olduğunu söyledi..

İmren Tatlı ve Helva Evi 1941’den bu yana hizmet veriyor.. Şehrin bir çok yerinde şubeleri var.. Dediğim gibi sakızlı muhallebisi ve sakız tatlısı muhteşem.. Ayrıca dönüş günü aldığımız sakızlı kurabiyesini de unutmamak lazım.. Tadı hala damağımda..

Hotele dönmeden önce sevdiklerimize küçük hediyeler almayı ihmal etmedik.. Alaçatı’yı yansıtan magnetler ve damla sakızlı macun..

Bu arada yazmadan geçemeyeceğim.. Alaçatı’dayız dediğimiz tüm ahbaplarımız mutlaka Agrilla’ya gidin dedi bize.. Bir zamanlar tütün deposu olarak kullanılan bina şimdilerde şarabınızı yudumlarken olmaktan keyif alacağınız bir mekan haline gelmiş.. Ama biz bulamadık Agrilla’yı :)

Cuma günü yine günün büyük bir kısmını hotelde geçirdik.. Dinlendik..

Akşamüzeri yine Alaçatı’daydık.. Twitterdan tanıdığım ve Arıza adlı kitabın yazarı Sinem Ersever ile buluşacaktık.. Bu arada kısa bir turdan sonra 15 Eylül Kıraathanesi’ne oturduk.. Gayet keyifli bir mekan..


Ben şarap içmeyi tercih ettim, Gürkan ise Budweiser bira.. Elbette yanında biraz çerez ve peynir.. Şarabın tadı mekandan mıdır, uzun zamandır şarap içmediğimden midir bilmem pek bir güzel geldi bana.. Ayrıca peynir tabağıyla gelen kurutulmuş domatesin tadı süperdi.. Mekan sahipleri kendileri kurutuyorlarmış üstelik.. Mekanla ilgili tek eleştiri Gürkan’dan geldi.. Masalar şarap içilen bir mekan için biraz ufaktı.

Akşam yemeği için hotele döndük. Yemek sonrası hotelin ‘’Yaza Merhaba’’ partisi nedeniyle düzenlenen kutlamasında sahne alan Grup Mavi’yi dinledik.. Tam uyumak üzereydik ki, İzmir’den Gürkan’ın kuzeni bizi görmeye geldi.. Alaçatı’yı gece görmek de varmış J geç saatlere kadar eğlendik..

Cumartesi sabahı bavullar toplandı, kahvaltı sonrası hotelden ayrıldık.. Ama Alaçatı’dan ayrılmadan önce görmemiz gereken bir yer daha vardı: Alaçatı Pazarı :)

Havanın kapalı olmasına aldırmadan başladık gezmeye.. Nasıl da büyüktü ve her şey vardı..

Sebze-meyve, giyecek, içecek, perde, halı, oyuncak… ne ararsam bulabileceğim bir yerdi burası..

Hatta dinlenmek için oturabileceğiniz, aldıklarınıza bakabileceğiniz, keyifle çay yada kahvenizi yudumlayabileceğiniz kahveler bile..


Sabahtan beri kapalı olan hava nihayet yağmaya başladı biz geri dönerken.. Pazarda ilerlerken bir kuyruk dikkatimizi çekti. Bu ne diye bakarken anladık ki İmren Tatlı ve Helva Evi’nin iki çalışanı pazarda yanlış anlamadıysak egeye özgü lokma tatlısı yapıyor ve satıyordu..


Yağmur iyice arttı biz pazardan çıkana kadar.. Ama bu en çok beğendiğimiz evin resmini çekmekten alıkoyamadı beni :) Yanyana ve birbirinden güzel bu iki ev çok hoşumuza gitti.

Alaçatı ile ilgili aklımda kalan en güzel resimlerden ikisi de şunlar; Alaçatı Hatırası :)

Yolculuğumuza başlamadan önce Kumrucu Şevki’de kumru yedik ve Bursa’ya kızıma doğru yola koyulduk..

İki gün süren kısa tatil sonrası Gürkan da ben de daha zinde, daha keyifli, daha dinlenmiş ve kızımızı özlemiş şekilde dönüyorduk Alaçatı’dan..